“Zamanı Durdurmak”
Ataol Behramoğlu ‘Zamanı Durdurmak’ adlı şiirinde diyor ki:
zamanı durdurmak duygusu
içimde hep vardı ve hep var
zamanla yarış duygusu
Ataol Behramoğlu ‘Zamanı Durdurmak’ adlı şiirinde diyor ki:
zamanı durdurmak duygusu sonuçta ölümle yarış duygusu zaman ve ölüm aynı şey gibi Hangimiz istememiştir zamanı durdurmayı. Hele ki değer verdiğiniz bir insanı kaybetmişseniz…
içimde hep vardı ve hep var
zamanla yarış duygusu
ölüm korkusu değil mi bu
içimde hep vardı ve hep olacak
silahı ondan önce çekmek,
bunun olamayacağını bilerek
biri ötekinin maskelisi
Plan öyle bir yapılmıştır ki değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Farkına varamazsınız: Yıllar haftalara, günler saatlere dönüşür. O an gelir. İki yabancı gibi karşılaşırlar: Zaman ve ölüm. Saniyesi saniyesine. Bir milim şaşmadan. Ve zaman yok olup gider.
Elinizden gelse pek çok farklı sonlar yazabilirsiniz hikâyeye. Zamana, “Dur! Gitme!” diyebilseniz…
Bazen de tam tersi işler süreç. Bir türlü rast gelmezler. Tıpkı ‘Prensesin Uykusu’ adlı filmde olduğu gibi.
Yaşlı adam her gün aynı otobüs durağında oturur bekler. Gelen hiçbir araca binmez. Beklemeye devam eder. Yıllar var ki gitmektir arzusu. Ama nereye? İki genç, adamın dileğini yerine getirmeye karar verir. Nereye istiyorsa götüreceklerdir. “Öbür tarafa,” der yaşlı adam. “Götürebiliyorsanız götürün bakalım!”
İki yüz yıl zaman biçilse size, hayatınız nasıl olurdu?
“Neler neler yapardım,” dediğinizi duyar gibiyim.
Enis Batur bir yazısında “İki yüz yaşına kadar yaşayacağımı bilsem bütün ömrümü yazıya mı adardım? Yoksa, ikincide çiftçiliği ve hayvancılığı, üçüncüde bilim adamlığını mı yeğlerdim?” diye soruyor kendine.
“Bir kere geliyorum dünyaya,” deyip onu, bunu yapmanın telaşına kapılmazdık sanırım. Rahat rahat pek çok farklı hayatı deneme şansımız olurdu. Vakit var nasıl olsa diye aynı hayatı sürdürmek de söz konusu tabii.
Meslek, evlilik, arkadaşlık değiştirebileceklerimizden bazıları… İki yüz değil dört yüz yıl geçse değiştiremeyeceklerimiz de olacak: Anne, baba, kardeş, evlat, huylar, birtakım alışkanlıklar…
Güzel olan, yıllarca genç kalmak. Ancak yüz elli yaşından sonra yaşlandığımızı hissederdik herhalde.
Daha çok insanla haşır neşir olurduk. Yoğun paylaşımlar yaşardık, ne çok doğum, ne çok ölüm görürdük kimbilir…
Daha çok üzülürdük… daha çok kan, daha çok göz yaşı… savaşlar, devrimler, ihtilaller…
Antika eşyalar, antika insanlar arasında çeyrek asırlık kuşaklarla kutladığımız doğum günlerimiz olurdu. Tüm yüreğimizle üflediğimiz yüzüncü yaş günü mumları…
Son günlerimizde aynaya bakmaktan korkar hale gelirdik. İki asırlık çınar ağacı gibi heybetli duruşunuz olmasını beklemeyin.
Vasiyetimiz uzun olurdu, kolay mı iki yüz yıllık hesabı kapamak.
Düşünün: Bugün son gününüz ise 1810’dan beri dolanmış durmuşsunuz demektir yaşam denen curcunada. Yorgunusunuzdur, ölmeyeceğiniz varsa ölmek istersiniz. Korkmazsınız ölümden, korkacağınız kadar korkmuşsunuzdur zaten. İki yüz yıl da geçse bir telaş vardır üzerinizde. Alışmışsınızdır onca yıl hep başkasının önüne geçmeye. Oysa artık acele etmenize gerek kalmamıştır, sıra zaten sizindir!..